YEDİ TEPELİ ŞEHİR - AZİZ İSTANBUL
  MAKALE - İSTANBUL
 
İSTANBUL
 
İstanbul'da yaşanır mı? diyenlere rastladım gittiğim yerlerde "İstanbul'da kalabalık ve keşmekeşlik çok yaşanmaz o şehirde" derler.
 
Bir şehir düşünün içinde kaybolmak istediğiniz an kaybolduğunuz, aradığınız her türlü maddi ve manevi tatları bulabildiğiniz.
 
Bilir misiniz? İstanbul'da iki tane Mihrimah Sultan Camii vardır. Neden mi?
 
Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi onunla evlenmek ister. Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar Sinan’dır.
 
Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir. Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır! Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.
 
Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle, 1540 yılında Mihrimah Sultan Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir. Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir. Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a. Cami küçücüktür. Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzelliğini aydınlatır. İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana. İşte, aşka adanmış iki eser.
 
Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bir yer seçin. Ve 21 Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin. Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür. Göreceğiniz manzaraysa şudur: Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar! Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay. Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır ....
 
Bu güzelliğin içinde sabah namazını eda etmenin hazzı hiç bir şeye değişilmez. Namazdan sonra Fevzi Paşa Caddesinde yürüyüp Malta çarşısında kahvaltı yapıyoruz. İstanbul'un Fatihi Fatih Sultan Mehmet Han'ın türbesini ziyaret edip dua ettikten sonra Fatih Camii'ni geziyoruz. Fatih Camii'nin yapımında yaşanan hüzünlü bir olay Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde anlatılır:
 
''Kutlu fethin sultani şöhretine uygun bir cami beklemektedir. Ancak cami inşası tamamlanınca gördüğü yapı kendisini öfkelendirir. Atik Sinan'ı yanına çağırır ve mimar başını azarlar, “Benim camimi niçin Ayasofya kadar yüksek etmeyip bir Rum haracı değer sütunlarımı üçer arşın kesip Ayasofya'dan alçak ettin?” diye sorar.
 
Mimar başı da “Padişahım istanbul'da zelzele çok olur, yıkılmasın diye iki sütunu iki arşın kesip Ayasofya'dan alçak ettim' diye özür dileyince, Fatih, “Özrü cürmünden şiddetlidir” diyerek mimarbaşının iki ellerini bileklerinden kestirir.'' Atik Sinan daha sonra kadı efendiye başvurarak adalet isteyecek ve görülen mahkeme sonunda Fatih Sultan Mehmet, mimar başının ailesine bakmakla görevlendirilecektir...
 
Beyazıt'a doğru Yürümeye devam ediyoruz. Karşımıza Şehzadebaşı Camii çıkıyor. Şehzadebaşı Camii Kanuni Sultan Süleyman tarafından genç yaşta ölen oğlu Şehzade Mehmet adına yaptırılmıştır. Mimar Sinan'ın çıraklık eseri olan caminin yapımına 1544 yılında başlanmış ve 4 yılda tamamlanmıştır. Cami 1990'lı yıllarda restorasyona alınmıştır. Cami restorasyonunu yapan firmada görevli bir inşaat mühendisi başından geçen bir olayı anlatıyor.
 
"Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taslarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer alıyordu. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik fakat taş kemer inşası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan kavrayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı söktük. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde durulmuş beyaz bir kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık.
Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu;
 
“Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İste bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum. " Koca Sinan mektubuna böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu'nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu. Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın üstün bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın teknolojisinin bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir.
 
Camiyi gezdikten sonra arka tarafında Vefa semtinde bulunan Vefa bozacısında biraz soluklanıp boza içip dinleniyoruz.
 
Öğle vakti yaklaşıyor. Beyazıt'a doğru yürüyoruz. İstanbul Üniversitesinin de bulunduğu Beyazıt meydanındaki Bayezid Camii'ne giriyoruz. Camii Sultan II.Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Yine Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesinde bu caminin yapımında yaşanan ilginç bir olay anlatılmıştır.
 
Bu caminin temeline başlandığında mimarbaşı, “Padişahım mihrabı nice koyalım?” diye sorunca Sultan Bayezid-i Veli, 'Ayağım üzere bas' der. Sultanın ayağı üzere basınca Kabe-i Şerif'i gören mimar, hemen Bayezid Han'ın ayağına yüz sürüp, ilk olarak caminin mihrabını yapar. Yapı tamamlandıktan sonra ilk cuma namazında Sultan Bayezid:
“Her kim ikindi ve akşam namazlarının sünnetini ömründe terk etmemiş ise o imamlık etsin” dediğinde cemaatte bu vasfı taşıyan bir adam çıkmayınca Sultan Bayezid “Elhamdüllillah seferde ve hazarda uzun müddet ömrümüzde biz bütün sünnetleri terk etmedik” diyerek namazı kendisi kıldırır.
 
Öğle namazını bu camide kılıyoruz. Cami çıkışında arka taraftaki Sahaflar çarşısına uğruyoruz. Kitapçıları dolaştıktan sonra Kapalıçarşı’ya giriyoruz. Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye Camii çıkışından çıkıp Çemberlitaş'a ulaşıyoruz. Öğle vakti geçti karnımız da acıktı Çemberlitaş'tan aşağıya doğru inip Tarihi Sultanahmet Köftecisinde öğle yemeğini yiyoruz.
 
Yemekten sonra Sultanahmet Meydanına doğru yürüyoruz. Yapıldığı zamanın en büyük eseri olan Ayasofya'nın karşısında dikilen ve ihtişamı ile Ayasofya'yı gölgede bırakan Sultanahmet Camii. Cami Padişah I.Ahmet tarafından Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır. Altı minaresi ile ilgi çeken Camii'nin yapılışının ilginç hikayesi şöyle;
 
"Padişah I. Ahmet başta minareleri altından yaptırmak istemiştir. Ama kaplamada kullanılacak olan altının değeri padişahın bütçesini fazlasıyla aşınca caminin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa bu emri güya yanlış işiterek "altın" sözcüğünden "altı" yaparak camiyi 6 minareli inşa ettirmiştir. 
 
O devirde İstanbul'da meydana gelen her büyük olay her büyük eser Islam dünyasini yakından ilgilendiriyor ve başlıca konu ediliyordu. Sultanahmet Camisi'nin yapilmasi da hayranlıklar geniş yankılar uyandırmıştı.
Fakat İmparatorluğun bazı eyaletlerinden de itirazlar gelmişti. İtiraz edenler camiye altı minare yapılması Kabe'ye saygısızlık olur diyorlardı. Çünkü o zamanlar altı minaresi olan tek mebed Mekke'de idi. Padişah bu meseleyi bütün İslam alemini memnun edecek bir şekilde halletti: Mekke'ye yedinci minareyi yaptırdı."
 
Sultanahmet meydanındaki sütunları gördükten sonra ikindi vakti geliyor. İkindi namazını Sultanahmet Camii’nde kılıyoruz.
 
Ayasofya'yı gezdikten sonra Gülhane parkına doğru yürüyoruz. Gülhane parkının arka tarafında tepede bulunan çay bahçelerine gidip eşsiz İstanbul boğazına karşı kahvemizi içiyoruz. Sağ tarafta Kadıköy, Haydarpaşa, Kız Kulesi ve Üsküdar.
 
Evet şair Necip Fazıl'ın dediği gibi "Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar". Üstat neden söylemiş biliyor musunuz? Çünkü Üsküdar’ın yönü batıya doğrudur. Akşamları güneş batarken güneşin kızıllığı evlerin pencerelerine vurur ve camlar kızıl bir renk alır.
 
Boğaziçi Köprüsü, Dolmabahçe ve Galata’yı doyunca seyrettikten sonra Sarayburnundan Eminönü'ne doğru yürüyoruz.
 
Eminönü’nde Yeni Cami'ye ulaşıyoruz. Osmanlı sultanları tarafından yaptırılan büyük camilerden biri olan Yeni Camii, Eminönü meydanında İstanbul siluetinin olmazsa olmazlarındandır. Bir İstanbul selâtin camisinin inşası ortalama, 2 ilâ 7 yıl arasında sürmesine rağmen, Yeni Cami'nin inşaatı tam 66 yıl sürmüş. Kubbelerinin sayısı, sanki bu duruma nazire yaparmışçasına 66'dır. Caminin temeli de çok ilginçtir. Yarı bataklık ve yumuşak bir zeminde inşa edilen caminin temelleri, uçlarına demir başlıklar geçirilmiş sert tahta kazıkların üzerine oturtulmuştur. Akşam vakti yaklaşıyor. Akşam namazını Yeni Camii'de kılıyoruz.
 
Caminin çıkışında burnumuza balık kokuları geliyor. Kokuların geldiği yöne doğru yöneliyoruz. Sandallarda balık ekmek satılıyor. Akşam yemeği saati de geldi. Ekmek arası balık ve turşu yiyoruz.
 
Yemekten sonra Haliç sahilinde yürümeye başlıyoruz. Eski Ticaret Odasının karşısında Mercan yokuşuna tırmanmaya başlıyoruz. Nereye mi? Süleymaniye Camii'ne. Mimar Sinan'ın kalfalık eserim dediği Süleymaniye Camii.
 
Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen:
 -”Hazret-i Süleyman sana galebe çaldım!” diye haykırır.
 İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içindedir. Fakat Koca Sinan “kalfalık devremin eseri” dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya’yı gölgede bırakmayı kafasına koymuştur. Bu, öylesine bir cami olacaktır ki, cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman Han’ın ulu adına layık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdir. Temeli atıldığı gün, Kanuni Sultan Süleyman atıyla inşaat yerine gelir; devlet ayanı, zamanın bilginleri, din adamları oradadır. Padişah yoksullara yardımlarda bulunur, koyunlar koçlar kesilir, dağıtılır.
Şeyhülislam Ebussuud Efendi temele ilk taşı koyar, Fatiha suresi okunur ve inşaat başlar. Sadece temel kazısı üç yıl sürer. Bu dönemde tersaneden getirtilen üç bin forsa gece gündüz demeden çalışır. İşte İstanbul’da Ayasofya’yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul’a çevirir. Cami temelinin oturması ve sağlamlaşması için inşaat işine bir süre ara verilir. Büyük ustayı çekemeyenler inşaata verilen arayı fırsat bilerek dedikodu çıkarırlar.
 
-”Ya Sinan bu camiyi bitiremeyecek, ya da hünkarın parası bu camiyi yaptırmaya yetmedi” şeklinde etrafta dedikodular yaymaya başlar.
 
Bu arada cami inşaatının durduğunu haber alan İran Şahı Tahmasb, acele olarak elçisiyle İstanbul’a bir mektupla bin kese altın ve bir kutu mücevher gönderir. Şah’ın mektubu şu övgü dolu sözlerle başlar:
 
“Sultannu’l-Berreyn, Hakanu’l-Bahreyn, Varisu’l-Karneyn, Hadimul’l-Haremeyni’ş-şerifeyn, Amiru biladi’l-İslam, Vaziu mizani’l-birri ve’l-ihsan ve Şah-ı derviş dost (Rumeli ile Anadolu Sultanı, Karadeniz ve Akdeniz Hakanı, İskender Ülkesi’nin varisi, Mescid-i Haram’la Mescid-i Nebevi’nin hizmetçisi, İslam ülkelerinin imarcısı, lütuf ve ihsan terazisine koyan ve derviş dostu Padişah)”
 
Böyle övgülerle başlayan mektup, ilerleyen satırlarda Kanuni Sultan Süleyman’a adeta hakarete varacak sözlere dönüşür:
 “İşittik ki, camiyi tamamlamaya kudretiniz kalmamış ve yarıda bırakıp vazgeçmişsiniz. Size, para ve mücevherat gönderiyoruz. Bu cevherleri satıp ve bu parayı harcayarak inşaatı bitirmeye gayret ediniz ki, bu hayırlı işinizde bizim de hissemiz ola…”
 
Bu yazılı mesajla acele olarak İstanbul’a gelen elçi, cami inşaatının hızla devam ettiğini ve kendilerine ulaşan bilgilerin gerçekle ilgisi olmadığını müşahede eder ama iş işten geçmiştir…
 
Osmanlı İmparatorluğu’nu küçük düşürmek isteyen İran Şahı’nın alaylı üslubuna ve siyasi taktiğine çok sinirlenen Kanuni Sultan Süleyman, parayı, elçinin huzurunda İstanbul Yahudilerine dağıtır… Padişah, kutu içindeki mücevherleri de, yine elçinin huzurunda Mimar Sinan’a vererek:
 
-”Bu kıymetli diye gönderilen taşlar, caminin taşları yanında kıymetsizdir. Askerlerini al ve hemen şimdi bu torbaları cami inşaatına götürüp, içindeki bütün altın ve mücevheri harcın içine döküp, iyice karıştır. Sonra da işçiler bu harcı inşaatta kullansınlar. O kadar iyi karıştır ki, hiçbir altın ve mücevher harç içinde görünmesin ve cami bittiğinde de bunların caminin neresinde kullanıldığı hiçbir zaman öğrenilmesin” der.
 
Bu durum karşısında hayretler içinde kalan elçi, adeta ne yapacağını şaşırır. Şah’ın mektubuna gerekli cevap verilmiş, böylece Osmanlı Devleti’nin mali durumunun alay konusu olması engellenmiştir. İran Şahı’nın gönderdiği altınlar ve mücevherler, ağızları mühürlenmiş büyük meşin torbalar hiç vakit kaybetmeden caminin yapıldığı alana doğru yola koyulur. Biraz sonra her biri paha biçilmez mücevherle dolu olan meşin torbalar, dev çukurlar içinde bulunan kireç, kil, kum, üstübeç, zift, pekmez şurubu, zeytin yağı, binlerce yumurta akı, keten ve kenevir sapı, toprak, çakıl taşı, demir, mermer ve tuğla kırığından oluşmuş tonlarca harcın içine dökülür. Görünmez olana kadar karıştırılır, karıştırılır… İşte bu karışım, Süleymaniye Camii’nin üç şerefeli sol minarenin yapımında kullanılır, bu sebepten dolayı söz konusu minareye “Cevahir Minaresi” denir. Üsküdar’dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir.
 
Yatsı namazını Süleymaniye Camiinde kılıyoruz. Namazdan sonra eve dönüş başlıyor.
 
Şimdi diyeceksiniz ki: senin övdüğün İstanbul bu kadar mı?
 
Hayır kesinlikle hayır.
 
Neler var daha neler.
Topkapı Sarayı'nı gezmek, Yerebatan Sarnıcı'nı gezmek, Yedikule Surlarını gezmek, Genç Osmanın öldürülüğü Yedikule Zindanlarını gezmek, yazın Fil Damı'nda konser seyretmek, Edirnekapı'da Şehitliği gezmek, Vatan Şairi Mehmet Akif Ersoy'un kabrini ziyaret etmek, Peygamber Efendimis (S.A.V.)'in Hırka-i Şeriflerini ziyaret etmek, Hz. Halid Ebu Eyyub El-Ensari - Sahabiler Sarayının meşhur sultanlarından ve Peygamber efendimizin bağrı yanık sevdalısının Türbesini ziyaret etmek, Piyerloti'de kahve içmek, Tophane'de nargile içmek, Karaköy'den Galata Kulesine çıkmak, Beyoğlunda ve İstiklal Caddesinde yürümek, Taksim'de dolaşmak, Dolmabahçe sarayını gezmek, Ortaköy'de sahilde çay içmek, Emirgana gitmek, Sarıyer'de börek yemek, Rumeli Hisarını gezmek, Vapurla Boğaz turuna katılmak ve Rumeli Kavağında balık yemek, Beykozda gezmek, Çamlıca'dan doyumsuz İstanbul manzarasını seyredip çay içmek, Üsküdar'da gezmek, Kız Kulesinde yemek yemek, Kadıköy'de dolaşmak, Moda sahilini gezmek ve iskelede çay içmek, evet bunlar benim aklıma gelenler.
 
Bir ömür gezmekle bıkılmayacak şehir İstanbul.
Kesinlikle İstanbul, alternatifi olmadığı ve olamayacağı için.
Şairin dediği gibi;
İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım
Nereye gidersen git, orada İstanbul...
 
Yazan: Ramazan Aycil









Web Tasarım: Ramazan AYCİL - 2011 -
www.iyiakrep.com

 
  Sitemizi 30000 ziyaretçi (49728 klik) kişi ziyaret etti!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol